18 Mart 2009 Çarşamba

BİR BULUT OLSAM “ DİZİSİNİN İHANETİ/ÖMER TURAN

‘BİR BULUT OLSAM’ DİZİSİNİN İHANETİ/ ÖMER TURAN

Ülkemizde tarihî mekânlara maddi manevi herhangi bir özenin gösterilmediği aşikârdır. Durum öyle olunca bu tarih kokan yapıların korunması için bir çalışma yapılmamakla beraber bu tarihi mekânlara yapılan saldırılara da kayıtsız kalınması tarih bilincimizin sancılar içinde kıvrandığını göstermektedir. Başıboş bir şekilde ilgisizliğe terk edilen bu miraslarımız her geçen gün daha da çürüyerek geleceğin karanlık çukurlarında kaybolmaya namzettirler.
Son dönemlerde reklam arenasında bu tarihi mekânlarımız tanıtılarak turist çekilmeye çalışılsa da bu durum yine de tarihi miraslarımıza gereken önem verilmeyerek gelen turistlerin ilgisiz bakışlarında her geçen gün erimeye devam etmektedir. Reklam sahalarının bir diğer uzantısı, tarihi mekânları bulunan yerlerde çekilen diziler…
Bu dizilerin amacı reyting mi yoksa tarihi tanıtma-koruma veya bu bilinci aşılama mı…? Cevabın reyting olduğunu söylemek için fazla düşünmeye gerek yok sanırım. Son günlerde Mardin bölgesinde çekilen dizilerle bu durumun tamamen reyting amacıyla yapıldığı ortadadır. Reyting uğruna çekilen dizilerle, bırakın tarih bilincini aşılamayı veya bölge tarihini tanıtmayı “tarih” sözcüğünü bile anımsatmaktan uzak bir hal söz konusudur.
Bu bölgelerde büyümemiş, buraların kültürel değerlerinden uzak ve bölgenin tarihi yapısı hakkında hiçbir bilgisi olmayan veya sadece teoride kalan bu kuru bilgilerle buralara gelip çekim yapan dizi ekipleri, tarih bilinciyle veya bölgeyi tanıtma amacıyla film çektiklerini söylemesinler. Bu ancak anaokulu çağındaki bir çocuğu basit bir şekerle kandırmakla eşdeğerdir. Bu bölge insanları cahil değildir. Tarih bilincimizi bize basit öğelerle çevrili dizilerle aşılamayın.
Evet! Reyting uğruna yapılan bu çekimlerle turizm yada tarih değerleri koruma adı altında kimseye bir şey veremezsiniz.
Son olarak yukarıdaki söylemleri dile getirmemin sebebi: Kanal D’de gösterime giren “Bir Bulut Olsam” adlı dizidir. Bu dizi ekibi çekimlerin bir bölümünü Mardin ili Midyat ilçesi Mercimekli (Habsnas) köyünde çekmiştir. Tarihi ibadethaneleriyle ve dünyada dört dilin konuşulduğu bu doğal ve güzel köyümüz bu dizi ekibinin ihanet flaşlarının iğrenç parıldamasında kalmıştır. Bahse konu olan köyde tarihi Mor Lo’ozor (Deyr Qeym) manastırında yapılan çekimlerde, manastıra maddi-manevi bir darbe vurulmuştur. Tarihi manastırın kapısını ve iç mekânını tahrip ederek ahır görüntüsü verilmekle yetinmeyip, kutsal havası bulunan bu yerde tecavüz sahnesi çekilerek manastırın manevi yapısı da ihanete uğramıştır. Söylemesi bile çirkin bu davranıştan dolayı Kanal D “Bir Bulut Olsam” dizi ekibini şiddetle kınıyor ve halkı bu diziyi izlememekle protestoya davet ediyorum. Cehalet olup bu tarihi mekânlara yağmanıza bir daha müsaade etmeyeceğiz. Hangi aklın ürünüdür bu! Nasıl bir bilinçle yapılabilir! Ekipteki şahıslardan hiçbiri de mi bu duruma müdahale etme cesareti göstermedi! Reyting ve para uğruna bu alçaklığı-ihaneti görmezden gelmek, insanlık onurundan uzaklaşmak değil midir! Buraların sizin gibi tarih bilincinden uzak kişilerin tanıtımına ihtiyacı olmamıştır ve olmayacaktır. Sizleri tekrar şiddetle kınıyorum ve tarihin karanlık sularında bilincinizle hesaplaşmaya davet ediyor.

Bu makale Evrensel Genç Hayat Gazetesi'nin 01.04.2009 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

Kaynak: www.genchayat.evrensel.net

16 Şubat 2009 Pazartesi

IMF silah harcamalarına niye karşı çıkmıyor/Süleyman Yaşar


Taraf Gazetesi Ekonomi yazarlarından Süleyman YAŞAR bugün köşesinde İMF ile ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu; "Uluslararası Para Fonu, Türkiye’ye borç vermek için şart koşuyor: Vergiyi arttır; emekli maaşından kıs; sağlık ve eğitime para akıtma. Ama IMF silah alımları konusunda hiç ses çıkarmıyor. Nedeni basit: Çünkü silahı ABD, Britanya, Fransa ve Almanya gibi ülkeler satıyor. IMF, Türkiye’ye borç vermek için şartlar ileri sürüyor. Vergilerin arttırılmasını, kamu harcamalarının azaltılmasını istiyor. Hükümet ise yaşanmakta olan dünya ekonomik krizinde IMF’nin koşullarını çok ağır buluyor. Bu nedenle IMF’yle sıkı bir müzakere süreci sürdürüp sert şartlarının hafifletilmesi için çalışıyor..." devamı

7 Haziran 2008 Cumartesi

CEMİL MERİÇ: İLK KEZ / DÜCANE CÜNDİOĞLU

Cemil Meriç: İlk Kez
13 Haziran 2008, Cuma. Cemil Meriç'in vefatının 21. yıldönümü. Üsküdar Belediyesi, tarihî bir anma toplantısına ev sahipliği yapıyor. Toplantının başlığı şöyle:
Üsküdarlı Bir Entelektüel: Cemil Meriç.
Toplantı'nın yeri: Bağlarbaşı Kültür Merkezi. Zamanı: 20.00-23-00.
Cemil Meriç bu toplantıda bugüne kadar hiç bilinmeyen, hiç tanınmayan taraflarıyla okurlarına tanıtılacak. Meselâ yüzü aşkın fotoğrafının yer aldığı bir fotoğraf sergisiyle. Bir kokteyl eşliğinde. Bu fotoğrafların çoğunun ilk kez gün ışığı görüyor olması ise, pek tabii ki bu serginin en önemli tarafı. Evet, ilk kez.
Okurları, Cemil Meriç'in genç bir delikanlı iken tutuklandığını bilir. İki ay yattığını da. Öyle ya, “Mahkemede Marksist olduğumu haykırdığım zaman, tek işçinin elini sıkmış değildim” şeklindeki o meşhur itirafını kim bilmez?
— “Sonra değişen dünya. Telefonla işine son veriliş. Köy öğretmenliği. Ve bir nisan sabahı evinin aranışı. Nezaret, hapishane”.
Her okuru bu kadarını bilir. Bilinmeyen, tutukluluk görüntüleridir. Sergide, Meriç'i, koluna iliştirilmiş bir kağıtla göreceksiniz. Yandan. Gergin. Dinç. Dimdik. Kısa bir zaman sonraysa, korku dolu gözlerle bakarken çekilmiş bir vesikalık fotoğraf içine sıkışmış bir hâlde. Gözleri gözlüklerinden fırlayacakmış gibi bakarken. Dehşetle. İlk kez.
Sergi, Meriç'in jurnallerinin görseli gibi tasarlandı. Yıl yıl. Ay ay. Gün gün. Öğretici, ve fakat bir o kadar da kışkırtıcı. Dikkat ederseniz, görebilirsiniz: içinde kadınları saklı. Hayatının tüm kadınları. İlk kez.
* * *
Cemil Meriç'in özel eşyaları da sergileniyor. Gözlüğü, kül tablası, tesbihi, dolmakalemi, ödülleri, hatta kravatları bile. İlk kez.
Yanısıra, elyazıları. Gözlerini kaybetmeden önceki ve sonraki elyazıları. Okuduğu kitaplar. Kenarına notlar düştüğü kitaplar. Kitaplarındaki Osmanlıca notlar. Fransızca notlar. Türkçe notlar. Hani o yıllarca —'taciz' ne kelime!— tüm ruhuyla 'tecavüz' ettiği sayfalar... Osmanlıca, Fransızca, Türkçe sayfalar... Gözleriyle, ama daha sonra, sadece elleriyle sınırlarında gezindiği sayfalar. İlk kez gün ışığı görecekler. İlk kez. Bu kitap sayfalarının bir kısmını bile çocukları ilk kez gördüler. Bir kısmını da görecekler. Evet, şaşırtıcı ama öyle. İlk kez.
Bir de neşrolunmuş tüm kitapları. Kitaplarının tüm baskıları. Ayrıca yazılarının ilk yayımlandığı dergiler ve gazeteler. Ünlü “Hasbî Tefekkür” yazısı, Ortadoğu gazetesinden meselâ.
Hakkında yazılan kitaplar da ihmal edilmedi; hiç değilse piyasada bulunanları.
* * *
Görmeyeceksiniz sadece, dinleyeceksiniz de. Çünkü serginin en önemli sürprizi, dolaşırken, size bizzat Cemil Meriç'in kendi sesinin eşlik edecek olması. Yine ilk kez.
* * *
Mahmut Ali Meriç, babasının son on yılında çektiği fotoğrafları yorumlayacak; kardeşi Ümit Meriç'le birlikte. Üstelik anne ve babalarının bir ömür boyu karşılıklı oturdukları koltuklarda... Yine Meriç'in hiç bilinmeyen, görülmeyen fotoğrafları. Aile fotoğrafları. Oğlunun gözüyle. İlk kez.
Ardından dört konuşmacı: Adalet Ağaoğlu, İlber Ortaylı, Mete Tunçay, Dücane Cündioğlu.
Ve üç de müzisyen. Cemil Meriç'in evinde, yanında meşk etmiş üç musikişinas: Ruhi Ayangil, Fırat Kızıltuğ, Memduh Cumhur. Anılar ve hemen ardından mini bir konser. İlk kez.
* * *
Bu arada, şayet konukların arasına dikkatle bakacak olursanız, salonda, Cemil Meriç'in kadim talebelerini de görebileceksiniz. Hatay'dan, Elazığ'dan, Konya'dan ve tabii ki İstanbul'dan. Üsküdar'dan. İlk kez.
* * *
Programı iyi okumadığımı sanmayınız. Okudum.
13 Haziran, Cuma günü, saat: 17.15'te, Cemil Meriç, önce, Karacaahmet Mezarlığı'ndaki kabri başında anılacak. Fatiha'larla.
Zahmet ederseniz, kabri başında bir Fatiha da siz okuyabilirsiniz. Hiç okumadıysanız, sizin için, ilk kez.
Saat: 16.30'da, Fethi Paşa Korusu'ndaki evinde, ünlü Nacak sokak, No:14'de, dilerseniz siz de bir çay da içebilirsiniz. Daha önce ziyaret etmediyseniz, sizin için, ilk kez.
Programın sonunda size bir de “diş kirası” takdim edilecek. Hadi o da sürpriz olsun. Ama o da ilk kez.
* * *
Son olarak, bu şölenin ardındaki asıl ismi, Üsküdar Belediye Başkanı Mehmet Çakır'ı tebrik ediyorum. Bir Belediye Başkanı'nı. Teşekkür ediyorum kendisine. Kendi adıma. Şahsen. Heyecanla. İlk kez.

2 Nisan 2008 Çarşamba

YALAN'LA YALIN ARASINDAKİ FARK

Sözün yalanını yalansızından ayıran parlaklığıdır. Söz ne denli parlak, ne denli göz kamaştırıcı, ne denli gösterişli ise, o denli yalandır.
Niçin?
Çünkü yalanın temelinde 'parlaklık', 'gösteriş' ve 'abartı' vardır. Başka bir ifadeyle gösteriş ve parlaklık yalanın özündedir.
Gösterişli yalanlardan, süslü püslü lâflardan, parlak vaadlerden her söz edilişinde, aslında, sırf gerçeğe benzesin diye söze harcanan emeğin yoğunluğuna atıf yapılmış olur.
Söz üzerine ne kadar çok cilâ çekilirse, gerçekle, o gerçeği temsil eden/etmesi gereken 'söz' arasındaki uzaklık da o kadar büyür.
Sadece yalan'ın özü mü, kökü de bu parlaklığı ele verir. Yalan'ın yala(n)mak'la, yalazla(n)mak'la, yaldızla(n)mak'la akrabalığı üzerinde birazcık düşünmek bile, sanırım, şu ünlü 'yalan'a parlaklığının nereden geldiğini görmek için yeterli olacaktır.
Lütfen önce ateşi tasavvur ediniz, sonra o ateşin alevini, ve en nihayet alevin parlaklığını, o takdirde, 'yalan'ın özündeki gösterişi, abartıyı, parlaklığı görmekte hiç zorlanmazsınız.
Yaldız'daki 'yal', yalan'daki 'yal'la kolayca birleşiverir; zira ikisi de yal(a)maktan gelir. Öyle ki yanlarına 'yalın' ve 'yalım' kelimeleri de bitişmekte hiç tereddüt etmezler.
* * *
Yalın'da ateşin ısısı, yalan'da ise alevi belirleyicidir. Alevlerin aldatıcı parlaklığı sözün üzerini örtünce yalan ortaya çıkar. Başarılı yalanlar her defasında göz kamaştırır. Gerçek, sözün parlaklığıyla örtülür. Kim gürültü yapıyorsa, kim gereksiz yere sözü çoğaltıyorsa, kim sözü parlatıyor ve alevlerin, sözü, üzerinden yalamalarına izin veriyorsa, o yalancıdır.
Edebiyatta 'mecaz', unutmayınız ki hakikat'in karşıtı olarak kullanılır. Kelimenin bir hakikî anlamı vardır; bir de mecazî anlamı. Bu yüzdendir ki Araplar, "Mecaz yalanın kardeşidir" derler.
Evet, mecaz bir sanattır. Sanatsa, mecazın ta kendisi.
Edebiyatın tam da aksine bilimde kelimeler mecazî değil, hakikî anlamlarıyla kullanılır.
Niçin? İşin içine dolayım karıştıkça hakikatten uzaklaşılmış olacağı için. Dolayım, yani süsleme, yani parlatma, yani gösteriş. Dolayım, yani mecaz, yani yalan.
Bilimde yalın, sanatta ise yalan olanın belirleyiciliği, ateşin ısısı ile ışığının farklı sonuçlara yol açmasından kaynaklanır. Işık şiddetlenirse yalanın gösterişi artar; ısı artarsa curufat erir ve sözün özü yalın bir biçimde ortaya çıkar. Yalın olan, veciz olandır. Vecize ise "özlü söz" demektir; yani yalın, yani süsten püsten uzak, yani olabildiğince en az ve en kısa ve fakat en zengin şekilde hakikati ifade veya temsil eden söz.
Bilim dili veciz olmak zorunda. Yalın. Dolayımsız. Kısa ve kesin. Süsten püsten, gösterişten uzak. Sanatın diliyse mecazî olmak zorunda. Dolayımlı. Sanatlı. Gösterişli. Yalan.
* * *
Siyaset ve ticaret, yalın olandan hoşlanmaz. Siyaset de, ticaret de birer sanattır. Yalana ihtiyaç duymaları da, yalanı sevmeleri de bundan.
Erbabı, 'yalan söylemek' ile "gerçeği söylememek" arasında ayrım yapmaktan yanadırlar. Farkeder mi acaba? (Gerçeği göstermemek ile gerçek-olmayanı göstermek arasında ne kadar fark varsa, o kadar farkeder.)
Gazetecilik, yolu siyaset ve ticaretle kesişen ender sanatlardan biridir. Daha doğru bir telâffuzla gazetecilik zor bir zenaattir. Zorluğu yalınlığa tahammül edemeyişinden gelir. Yalın olmak, çıplak olmak demektir, soyunmak demektir. Gazeteci ise soyunan değil, soyan adamdır. Yalın olamaz, yalana ihtiyacı vardır, yani ısıya değil, ışığa.
* * *
Ey talip, yalanın en kötüsü doğruya en yakın olanıdır; en yalın olanı yani.
Gösterişli yalanlardan korkma, böylesi yalanlara kananlara da üzülme. Ahmaklar yalanlarla beslenirler çünkü. Yalan gıdalarıdır. Üzerinde ne kadar sos, ne kadar süs varsa, o kadar iyidir, o kadar besleyicidir, o kadar oyalayıcıdır.
Düşmanın yalanları, gösterişli, süslü püslü, abartılı, vurgulu yalanlardır. iktidara oynayanların yalanları gibi.
Dostun yalanı ise olabildiğince yalın, olabildiğince doğruya yakındır. Süsten püsten uzaktır. Bu yüzden devası da yoktur, çaresi de. İktidarda oynayanların yalanları gibi.
İktidara oynayanlar ile iktidarda oynayanların arasındaki fark, başörtüsü ile türban arasındaki fark kadar; yani yalan'la yalın arasındaki fark kadar.
Hangisi yalan, hangisi yalın, onu da sen bul

23 Aralık 2007 Pazar
KAYNAK: www.yenisafak.com.tr

1 Nisan 2008 Salı

KEMAL SAYAR'LA ROPÖRTAJ


Ünlü psikiyatr-yazar Doç। Dr। Kemal Sayar, yeni kitabı Merhamet’te özgün ve çarpıcı düşünceler öne sürüyor. Kitabını iki buçuk ay önce kaybettiği babasına adayan Sayar ‘Sanatın, kalbin, vicdanın rehberlik etmediği bir bilim insanın başına çorap örebilir’ diyor


Kitabınızı okuduktan sonra, sokağa çıktım। Bütün dilencilere para verdim, herkese gülümsedim, kedileri okşadım. Bunu mu hedeflemiştiniz? Yani okunsun ve değişilsin?

Evet, ben de yazan her insan gibi kelimelerim okuyanların ruhuna değsin istiyorum, bir kıvılcım çaktırsın, bir fitil ateşlesin. Merhamet, kaybettiğimizi bulma yolunda bir düşünce egzersizi. Modern uygarlıkta yanlış giden bir şey var, bütün refah göstergelerine karşın insan mutsuzluğu tırmanıyor. Neyi kaybettik sorusuna bir cevap arıyorum.

Merhamet bir düşünce kitabı olduğu halde, duygu yoğunluğu da taşıyor. Duygularla düşüncelerin birlikte irtifa kazanmasını mı gözetiyorsunuz?

Aliya İzzetbegoviç’in çok güzel bir sözü var, ‘Bilime evet ama sanatın olduğu bir dünyada!’ Sanatın, kalbin, vicdanın rehberlik etmediği bir bilim insanın başına çorap örebilir. Duygu ve düşünce, kalp ve akıl el ele verirse, bu beraberlik insanlara gökten bomba değil hayır ve güzellik yağdırabilir. Bir metin insanı en sahici yerinden, tam kalbinden, duyguların cevherinden yakalamalı ki onu iyiliğe ve güzelliğe taşısın.

AĞLAYARAK YAZDIM

İtiraf edeyim: Teorik bir kitap okurken ilk kez ağladım.

Ben de itiraf edeyim: Kitapta yer alan bazı metinleri ağlayarak yazdım.

Bu ağlama kısmını röportajdan çıkarsak mı?

Nasıl isterseniz.

Bir insan sonradan merhametli, vicdanlı olabilir mi?

Evet, merhameti mizacımızın bir unsuru kılmak bizim elimizde. Merhamet öğrenilebilir, çünkü ruhumuza kodlanmıştır. Bir bebek ağlayan başka bir bebeğe tepki verir, onun acısını paylaşır, onunla ağlar. İnsan içindeki merhameti açığa çıkarmak ödevinde.

Fakat?

Dünya bizi türlü zalimliklere zorluyor, ancak zalimleşirsek ayakta kalabileceğimizi düşünüyoruz. Ben de diyorum ki zalimliğin, kaba gücün, hodbinliğin, bencilliğin aksine merhamet, dostluk, yarenlik, diğerkámlık... Yani fıtrata dönüş, kalbe dönüş.

Başkalarının ıstırabına ilgi duymak mı işin sırrı?

İnsan kendi kabilesinden olmayan kişi için de dertleniyorsa merhamet sahibidir. Bütün çocukları seviyorsa, kendisine değmeyen insanların acılarıyla da hemdert oluyorsa merhametlidir. Yani merhamet önce komşunu tanımakla, komşunu kendin gibi sevmekle, komşuluk ahlakıyla başlar ve oradan bütün insanlığa uzanır.

Kalple düşünmekten söz ediyorsunuz?

Geleneksel düşünce, kalbi bilgi ve bilincin merkezi olarak görüyor. Kalple düşünmek som aklın isteklerine gem vurmak demektir. Mesela bilimin ona rehberlik eden metafizik ilkeleri olması demektir.

Çocukluk dönemi, hayatı algılayışımızı ve ilişkilerimizi belirleyen bir ağırlığa mı sahip?

Çocukluğun yaralarını ileriki yaşlara taşıyoruz evet. Ama insan hayat boyu gelişiyor, yaşadıklarından öğreniyor. Bazı olumlu hayat olayları geçmiş olumsuz yaşantıların izini silebiliyor.

Yani?

Yani kimse çocukluğunun pasif bir kurbanı değil.

Günümüzde çocukların en büyük sorunu...

Anne babaların onlarla yeterince konuşmaması.

ŞİŞMİŞ EGOLAR HER YERDE

Sık sık incinmek, incitilmekten söz ediyorsunuz. Fakat görünüşe bakılırsa insanlar pek incinmiyor. Ya da... İncindiğimizi gizli mi tutuyoruz?

Kurban olmamak için zalim olmayı seçiyor insanlar. En ufak fırsatta dişini geçirebildiğine efendilik taslayabiliyor. Şişmiş egolar her yerde karşımıza çıkıyor. Kim kendini abartıyorsa o incinmekten korkuyordur. Kim erkekliğini abartıyorsa onun bu konuda kuşkuları vardır. Çağımız insanı bin bir suratlı; ruhunun yaralarını maskelerle örteceğini sanıyor.

Hayretin bilgelik ve neşeyi kaynaştırdığını, hayatın özüne bağlılık sayesinde hayret ettiğimizi yazmışsınız?

Hayret bir var olma tarzıdır, bir duruş, bir hissetme biçimidir. İnsan varlığın çağıltısı karşısında büyülenerek hayretle bakar. Bir karıncaya, bir ağaca, bir insana hayretle bakabildiğimiz zaman hiçbirini incitmek istemeyiz.

‘Babalarımızın ölümü biraz da bizim ölümümüzdür’ diyorsunuz...

Babalarımızın ebedi aleme göçüyle birlikte sıranın bize geldiğini fark ederiz. Onların ölümü denkleri toplama sırasının bizde olduğunu söyler.

Ölümle yüzleşmek hayatın anlamını nasıl açığa çıkarır?

İnsan kendi ölümü üzerine düşünebilen bir varlık. Ancak sonlu olduğumuzu bilmemizledir ki aşkın ve güzelliğin peşinden koşuyoruz. Çünkü hem aşk, hem de güzelliğin tecrübesi bize bir zamansızlık, bir ölümsüzlük hissi veriyor. Ölümlü olmasaydık sevemezdik.

Kitabınızı yakınlarda vefat eden babanıza ithaf etmişsiniz...

Bu kitapla hasıl olacak bir sevap olursa eğer, istedim ki hepsi rahmetli babacığımın hanesine yazılsın.
Akıl ile iman anlamak ve hissetmek için gerekli

Felsefi metinlerde ya da psikoloji kuramlarında, insanın özde yıkıcı ve bencil olduğu öne sürülüyor? Öyle mi sahi?

Ben insanın özü itibariyle iyi olduğuna inanıyorum. Son yıllarda pozitif psikoloji akımı da batı psikolojisindeki insanı bu karanlık tarafının bir kurbanı olarak gören anlayışa başkaldırıyor ve olumlu duyguların dönüştürücü rolü üzerinde duruyor. İnsanın meleksi yanını beslemek gerek. Habil ve Kabil’den beri kötülük sürüyor. Eğitim insanın olumlu özelliklerini çoğaltmayı, merhameti yaygınlaştırmayı düstur edinmeli.

Kitabınızda büyük mutasavvıfları da, Batılı modern düşünürleri de anıyorsunuz. Beatles da var, Şeyh Galip de. İmam Şiblî ve Georges Bataille... Yahya Kemal ile Dylan Thomas bir arada. Nasıl bir karışım bu?

Hikmet hepimizin yitik malıdır. Kim ki hikmetli bir söz söylemiş, Doğudan veya Batıdan, o insanlığın esenliği için bir tuğla taşımıştır. Gönül adamları her yerdedir.

Kendini aşmanın akıl ve imanı birleştiren bir sezgiyle beslenmek suretiyle gerçekleşebilmesi’ nasıl oluyor?

İnsanın serüveni bu dünyada olgunlaşmaktır. Kendini bilmek, kainatı bilmek, varlığın ötesini bilmek. Yine de bu dünya hayatında tamamlanmaz insan, onu ölüm tamamlar. Akıl ve iman, anlamak ve hissetmek için gerekli. Bazı şeyler ancak teslimiyetin bilgisiyle içimize doğuyor. Akıl ve iman bize derin bir sezginin kapılarını aralıyor.

Terapiye, psikiyatra duyulan ihtiyacın yoğunluğu, bir psikiyatr olarak sizi rahatsız ediyor sanki?

Modern dünyada terapi odası insanların gerçekten işitildiklerini düşündükleri tek yer oldu। Ancak insanı bütüncül bir bakış açısıyla göremeyen, mekanik terapiler insanın yabancılaşmasını hızlandırıyor. Rilke’nin deyişiyle ‘şeytanları kovayım derken melekleri ürkütmeyen’ bir terapi gerek. Bunun için de terapistlerin çok saygılı, çok donanımlı, insanı ve káinatı hayret duygusuyla süzebilen insanlar olması lazım.


Konfor uygarlığının çocuklarıyız biz...


Aşk bir meydan savaşı mı?

Aşık olmak meydana çıkmaktır. Savaşmayı ve yaralanmayı göze almak. Sevgilinin kirpiklerini oka benzetenler ne güzel söylemiş.

Anne-babamıza olan bağlılığımızla aşık olduğumuz kişiye olan bağlılığımızın benzeştiği doğru mu?

Bazen anne-babalarımızla kurduğumuz ilişki, sevdiğimiz kişiyle kurduğumuz ilişkinin niteliğini belirleyebiliyor. Özellikle çocukluğunda yaralanmış insanlar, sevdikleri kişiyle ya o yarayı tekrarlayan ilişkiler kuruyor ya da o yarayı tamir etme arzusunu ilişkilerine taşıyabiliyor.

Aşkta teslimiyet ve sahiplenme bir arada mı?

Teslimiyet aşk için bir zirve noktası. Öte yanda aşk bir buluşma, bütünlenme halidir. Aşık maşukundan devamlı bir teselli ister, onun tarafından beslenmek, onaylanmak ister. Nihayet, sevdiğini ele geçirmek, kendini ona sonsuza dek yapıştırmak, onu kontrol etmek ve böylece onun aşkından emin olmak ister.

Destansı aşk, hayat boyu aşk, ölümüne sevda dönemi neden kapandı sizce?


Çünkü zahmet ve çile dönemi kapandı. Konfor uygarlığının çocuklarıyız biz. Bu aşka da sirayet ediyor. Her şeye zahmetsizce ulaşmak istiyoruz. Dokunmatik aşklar istiyoruz, öyle olunca da aşkla tutku birbirine karışıyor. Sevdiğimizi derin bir bağlılıkla sevemiyor, onu kolayca gözden çıkarıyoruz.

Aşkın maddi koşulları...

Sevmek için önce hesap yapmamak gerek. Kaybedeceklerini düşünürsen zaten meydana çıkmazsın.

Doç. Dr. Kemal Sayar kimdir?
Psikiyatri Uzmanı Doç. Dr. Kemal Sayar, 1966 doğumlu. Hacettepe Üniversitesi İngilizce Tıp Fakültesi’nden mezun. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda uzmanlık eğitimi aldı. KTÜ’de öğretim üyesi olarak bulundu. 2004’ten beri Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekim Yardımcılığı görevini yürütüyor. Etkili bir kültür, sanat ve düşünce adamı olarak tanınan ve de 20 kitabı bulunan Kemal Sayar, aynı zamanda TRT 2’de İnsanlık Hali adlı bir program hazırlıyor. Kitaplarından bazıları: Psikiyatri ve Kültür, Hüzün Hastalığı, Olmak Cesareti, Ruh Hastalığını Anlamak, Sufi Psikolojisi, Kalbin Direnişi, Kültür ve Ruh Sağlığı...

MURAT MENTEŞ
02.03.2008
http://www.stargazete.com/

19 Ocak 2008 Cumartesi

ENTROPİ VE HAYAT

Bir sistemin düzenli, organize ve planlı bir yapıdan düzensiz, dağınık ve plansız bir hale geçmesi o sistemin entropisini artırır. Bir sistemdeki düzensizlik ne kadar fazlaysa, o sistemin entropisi de o kadar yüksek demektir.Doğal şartlara terk ettiğiniz bir araba, mutlaka paslanır ve çürür. Evrendeki tüm maddeler de, bilinçli bir düzenleme olmadıkça, hep düzensizliğe ve bozulmaya doğru sürüklenir

ENTROPİ NEDİR?

Entropi, Alm. Entropie (f), Fr. Entropie (f), İng. Entropy. Isı enerjisinin tamamının mekanik işe dönüştürülmesinin imkansız olduğunu ifade eden termodinamik büyüklük. İzole bir sistem içindeki düzensizlik derecesi.

Entropi, termodinamik bir sistemin başka sistemlere iş şeklinde aktarabileceği enerji miktarını gösteren özelliği veya hal fonksiyonu olarak da tanımlanır. Entropinin değeri sistemin var olan şartları veya hali tarafından belirlenir. Sabit enerjili bir sistemin entropisi sıfırdan bir maksimum değere kadar değişir. Entropi değeri sıfırsa, aktarılabilecek iş miktarı sistemin enerjisine eşittir. Entropi maksimumda ise aktarılabilecek iş miktarı sıfır olur. Bir sistemden diğer bir sisteme sabit sıcaklıkta q miktarda bir ısı aktarıldığında, sistemin entropisindeki artış, DS=q/T’dir. (T=mutlak sıcaklık). Geri dönüşümlü olmayan proseslerde DS>q/T olur.

İzole sistemlerin entropisi artmak mecbûriyetindedir. İçinde bulunduğumuz odanın bir köşesine bir sprey püskürtülürse püskürtülen zerreler toplu bir halde o köşede kalamazlar. Molekül hareketleri sebebiyle bütün odanın içinde, oradan atmosfere dağılmak mecbûriyetindedirler. Görülüyor ki, entropinin artması bir “geriye döndürülemez olay”dır.

Birisi daha sıcak iki cisim yanyana dursa, belli bir zaman geçtikten sonra sıcak olandan, daha az sıcak olana doğru bir ısı geçişi olur. Ve her iki cismin sıcaklığı eşit hale gelinceye kadar bu ısı akışı devam eder. Odamızda yanmakta olan bir soba ısı neşreder ve odayı ısıtır. Bu durumda ısının tek yönlü geçişi “geri döndürülemez” bir hadisedir. Hiçbir zaman soğuk bir cisimden ısının daha sıcak bir cisme geçmesi bu sûretle birinin daha fazla soğuyup ötekinin de daha fazla ısınması beklenemez. Sobadan odaya yayılan hararetin tekrar sobanın içine dönmesi gibi hadiseler tabiatta imkansızdır.




Bir kabın içine o kabı ikiye bölen bir bölme yerleştirip, sonra bölmenin iki tarafına birbirinden farklı iki sıvı doldursak, bölmeyi çektiğimiz zaman, çok kısa bir müddet içinde iki farklı sıvının birbirine karıştığını görürüz. Kabı karıştırmayıp, çalkalamasak bile, bir süre sonra iki sıvı tamamen ve homojen bir şekilde birbirine karışır. Aynı şey gazlar için de söz konusudur. Bu karışma olayları da “geriye döndürülemez” hadiselerdir. Birbirine karışmış iki sıvının kendiliğinden tekrar ayrılması, karışan gazların herbirinin bir köşeye toplanarak birbirinden ayrı durması mümkün değildir.

Birbirine musluklu bir boru ile birleştirilmiş iki balon alalım. Bunlardan birinin içi bir gazla, mesela, hava ile doldurulmuş, diğerinin de havası boşaltılmış olsun. Aradaki musluğu açtığımız takdirde, gaz (mesela hava), her iki balon da aynı miktarda bulunacak şekilde dolu balondan boş balona doğru geçecektir. Bu da “geri döndürülemeyen” bir hadisedir. Gazın gerisin geriye balonlardan biri içine geçip, diğer balonun içinin boş kalması düşünülemez.

Başka bir tecrübe daha: Bir pervaneyi rahatça dönebileceği bir tel eksene takar ve döndürürsek, bir süre sonra bu dönme muhakkak duracaktır. Zîra pervanenin kinetik enerjisi sürtünmeler sebebiyle yavaş yavaş ısı enerjisi haline geçecek ve bu sûretle bir müddet sonra hareketin durmasına, yani mekanik enerjinin tükenmesine sebeb olacaktır. Burada bir enerji azalmasının olmadığını sadece enerjinin şeklinin değiştiğini, kinetik enerjinin ısı enerjisine dönüştüğünü belirtmek gerekir. Bu mekanik olay da “geri döndürülemeyen” bir hadisedir. Hiçbir zaman kaybolan ısı enerjisinin tekrar mekanik enerji haline gelmesi ve pervanenin dönmeye başlaması beklenemez.




Her şey bozulur ve bir gün yok olur...



Vapur iskelesine bir vapurun yanaştığı ve yolcularını boşaltmaya başladığı düşünülürse, çıkış turnikesine kadar bir koridorda ve sıkışık bir şekilde yürüyen yolcular, çıkışta dağılmaya başlayacaklar ve her biri ayrı istikamete, kimisi güney tarafına kimisi kuzey tarafa, kimisi doğuya doğru gidecektir. Zaman geçtikçe bunların aralarında mesafe artacak, birbirleriyle ilgilerini tamamen kaybedeceklerdir. Bu da “geriye döndürülemeyen” bir hadisedir. Geriye döndürülemeyen olayların cereyan ettiği bütün bu sistemlerde esas olarak enerji miktarının sabit kaldığını, fakat termodinamik özelliklerinin ve mekanik bakımdan sayıların değiştiğini söyleyebiliriz. Pervanenin kinetik enerjisi ile meydana gelen ısı enerjisinin toplamı sabittir. Giderek daha çok kinetik enerji ısı enerjisi haline dönüşmektedir.

Aynı şekilde iki balonu dolduran gaz moleküllerinin sayısı da sabit kalmakta, ancak bir balona düşen gaz molekülü sayısında bir azalma meydana gelmekte, mevcut moleküllerin bir kısmı karşıdaki boş balona geçerek onu doldurmaktadır. Vapur iskelesinden çıkıp İstanbul’un her tarafına dağılan insanların da sayısı değişmemiştir. Ama birbirinden uzaklaşmışlar, birbirleriyle irtibatlarını kaybetmişlerdir. Bu dağılma sırasında gittikçe artan bir “düzensizleşme” de bahis konusudur.

Kendiliğinden olan bütün prosesler inreversibl (geri dönüşümlü olmayan)dir. Buna dayanarak kainatın entropisinin daima artmakta olduğu söylenebilir. Bir başka ifadeyle, her an bir miktar enerji daha mekanik enerjiye dönüştürülemez hale gelmekte ve böylece kainat giderek tükenmektedir.

Canlı organizmalar dış dünyadan serbest enerji almak sûretiyle geçici olarak entropilerinin artmasını durdurabilmekte veye hiç değilse yavaşlatabilmektedir. Ancak mukadder olan akıbet değişmemekte, ölüm anında entropi artmaya başlamakta, organizma çürüyüp dağılarak, adeta zerrelerine ayrılmaktadır.

Bir sistemin entropisi arttıkça kullanılabilir enerji verme kabiliyeti de azalır. Bir arada toplu bulunan insanlar beraberce çok işi yaparlar ama, dağıldıkları, birbirinden uzaklaştıkları nisbette, (toplam güçleri yine aynı olmakla beraber) hiçbir iş yapamaz hale gelirler.

Saatte 45 santigrat derece sıcaklıkta 3000 litre su temin eden sıcak (veya ılık) su kaynağı hararet miktarı bakımından “bol bir su kaynağı” sayılır. Dış ortamdaki sıcaklığın 15°C olduğu düşünülürse, bu kaynaktan saatte 90.000 kilokalori ısı alınabilir. Ancak bu kadar muazzam kalori ile bir yumurtayı pişirmek mümkün değildir. Yumurtayı pişirebilmek için “kaynar su”ya ihtiyaç vardır. Bundan dolayıdır ki 45°C’de elde edilen büyük kalorinin 100°C’de elde edilen bir cezve sudaki pek az miktarda kalorinin yerini tutması imkansızdır.

Görülüyor ki, entropinin artması ile sistemin düzensizliği artmakta ve kullanılabilir enerji verme kabiliyeti, yani işe yararlığı azalmaktadır.



Evrenin toplam enerji içeriği değişmezdir ve toplam entropi sürekli artar।” Bu, enerjinin yaratılamıyacağı ve yokedilemiyeceğini belirtir. Demek ki, evrendeki enerji miktarı zamanın başlangıcında sabitlenmiş ve zamanın sonuna, kıyamete dek sabit kalacaktır...


Bütün kendini düzenleyen sistemlerin, canlılarda olduğu gibi, entropilerinin artmasına karşı direnmeye gayret ettiklerini görürüz. Bu, sistemin “düzenini bozucu” tesirinden haberli olması ve buna karşılık gerekli “düzeltici ayarlamaları” yapması ile mümkün olabilmektedir. Bu hadiseyi, atom içinde de görmek kabildir. Çekirdek etrafında dönen elektronu merkeze doğru çeken kuvvetle dönüşün verdiği santrifüj kuvvet arasındaki denge, onu yörüngede tutmakta, fırlayıp gitmesine mani olmaktadır. Kainatı teşkil eden elementlerin entropisi de artmaktadır. Evvela dev bir atom şeklinde olduğu tasavvur edilen kainat, gittikçe genişlemekte, birbiri etrafında dönen cisimlerin merkezden olan uzaklıkları mütemadiyen artmakta olduğu görülmektedir. Odamızın bir köşesine püskürtülen kokunun her tarafa yayılması gibi kainatta da “geri döndürülemeyen” bir olay mevcuttur.

Kainatta her sistemin ve canlının entropisi devamlı artmaktaydı। Bu artış ilelebet devam etmeyecek, maksimuma erişince işe yarar enerji kalmayacaktır. İşe yarar enerjinin kalmaması demek, maddeler arasında ısı bakımından dengenin sağlanması demektir.


ENTROPİ HAKKINDA YORUMLAR

Termodinamik'in 0. Yasası:

Termometreyle ölçülebilen bir özellik vardır. Buna temperatür ya da sıcaklık denir.


Termodinamik'in 1. Yasası:

Herhangi bir fiziksel proseste giren enerji çıkan enerjiye eşittir.


Termodinamik'in 2. Yasası:

%100 verimli makine yapılamaz. (Entropi Yasası)


Termodinamik'in 3. Yasası:

Mutlak 0 vardır, fakat buna asla ulaşılamaz.

Bu yasalar ve onların yaşamdaki etkilerini merak ediyorsanız, termodinamik dersi almanızı öneririm. Burada bu yasaların günlük hayata nasıl uyarlanabileceğine bakalım:


Ginsberg yorumu:

Kazanamazsın.
Berabere bile kalamazsın।
Oyundan da çıkamazsın.


Entropi Yasası:

Evrenin sapkınlığı maksimuma gider.


Freeman yorumu:

Kapitalizm, kazanabileceğin esası üzerine kurulmuştur.
Sosyalizm, eşitliği sağlayabileceğin esası üzerine kurulmuştur.
Mistisizm, oyunu terk edemeyeceğin esası üzerine kurulmuştur.


... ve diğer yorumlar:

Oynamıyorsan bahse girme.
En fazla berabere kalmayı umabilirsin.
Bir kere doğdun mu oyundan çıkamazsın.
Kazanamazsın, en fazla eşitliği sağlayabilirsin.
Eşitliği de sağlasan sağlasan ancak mutlak sıfırda sağlayabilirsin
Mutlak sıfıra asla ulaşamazsın.
Başlamadan bitiremezsin .
Yazdığının karşılığı olan notu alamazsın.
İlk yarım saatten önce sınavdan çıkamazsın...

Blog Arşivi